
Aslında Belgravia ismindeki dönem dizisi ile ilgili yazmak için oturmuşken, yapımcıları aynı olan Downton Abbey ile ilgili yazmadan bu diziye geçmemem gerektiğine karar verdim.
Downton Abbey ismini çok uzun zamandır duyduğum ama çok sezonlu olduğu için internetten bulup izlemesi zor gelen bir diziydi. Amazon Prime’a üye olduğum dönem orada yayında olduğunu görünce, bir heves başlayıp, çabucak sezonları bitirmiş, üstüne filmini de izlemiştim.
Öncelikle sonrasında yazacağım herhangi bir eleştiri yanlış anlamaya mahal vermesin diye açıkça belirtmeliyim ki, çok severek, çoğunlukla hiç sıkılmadan izledim. Bir iki sıkıcı olay örgüsü vardı, onlardan bahsedeceğim ama genel anlamda, çekimler olsun, oyunculuklar olsun, kostümler olsun hepsi birbirinden güzeldi.
Downton Abbey Titanik’in battığı 1912 de başlayıp, 2. Dünya savaşına yaklaşan yıllara kadar olacak bir zaman içerisinde akan, taşrada köklü geçmişi olan büyük taştan bir malikanede yaşayan soylu sınıftan Crawley ailesini ve onların hizmetkarlarının hikayesini anlatıyor diyebiliriz. İngilizler binalara, evlere isim vermeyi severler. Primrose Cottage, The Nook vb. Bu dev malikanenin adı da Downton Abbey.

Yıllar yıllar evvel TRT de Aşağıdakiler, Yukardakiler diye bir İngiliz dizisi oynardı. Orada şehirde çok katlı bir evde, bir üst kattakilerin maceraları, bir alt kattaki hizmetkarların maceraları anlatılırdı. İşte Downton Abbey bunun taşrada, büyük bir malikanede ve benzer tarihlerde geçeni. Bu diziyi izlerken sıklıkla bu eski TRT dizisini ve Anthony Hopkins’in bir uşağı canlandırdığı Günden Kalanlar filmini anımsadım.

Grantham Kontu ünvanı olan Lord Crawley ve karısı Lady Crawley, 3 kızları ile bu malikanede yaşamaktadırlar. Kontluk ünvanı nesilden nesile geçebilse de, ekonomik zeka geçmiyor maalesef, bu sebeple bazı kontların döneminde zengin olup, bazılarında da batabiliyorlar. Aileyi epey bir borca batırmış olan babasından devralan Lord da Amerikalı zengin bir ailenin kızı ile evlenerek, çeyiz parası ile ailenin belini biraz doğrultmuş. Ama ilerde anlayacağımız üzere onda da pek öyle işletme zekası yoktur maalesef.
Gerçi zaten İngiltere’nin bir büyük malikaneler ve bunların bakımsızlıktan ve terkedilmekten yıkıntıya dönme dönemi var. Hepsi ekonomik tabi. Derebeylik mantığında toprak sahibi olan “soylu” sınıf, toprakları işletsin diye köylülere veriyor, onlardan kazançlarının bir kısmını kira olarak alıyor. Benzer şekilde hayvancılık da yapan kiracıları var. Büyük malikaneler ilk yapıldıklarında iyi de, yıllar geçtikçe malzemeler çürüdükçe, çatı akar, tesisat bozulur. Bunları işler tutmak belli bir para ister. Gelir-gider dengesinin iyi kurulması, ilerleyen teknolojilerin eve eklenmesi (yıllar evvel sadece ahırlar yeterken, garajların gerekliliği, telefon tesisatının çekilmesi gibi) derken aslında iyi işletilmesi gereken bir şirket gibidir. Çalışanlar sınıf farkı ile ayrılmış gözükür. Hala bu sınıf farkında ısrar eden ev sahipleri ve hizmetkarları vardır, ama yeni nesil farklı görüşlerle gelmektedir. Hayatta kalmak için bir de sosyal değişime uyum sağlanması gerekmektedir. Kendini asiller ile öyle aman aman farklı görmeyen yeni nesil hizmetkarların geçmişten gelen alışkanlıklarla çalışmalarını beklemek günümüz iş yerlerinde yaşanan kuşak çatışmasına benzer bir yerde.
Ailenin bir oğlu olmadığı için İngiliz yasasına göre ev ve tüm topraklar en yakın erkek akrabaya gidecektir. Bu sebeple en büyük kızlarını bu erkek akraba ile evlendirerek (uzak akraba neyse ki) aileyi mekanda tutmaya çalışmaktadırlar. Gelgelelim Titanik ile yolculuğa çıkan bu akraba, gemi batınca ölür ve bu sefer biraz daha uzak bir akrabaya sıra gelir.
Matthew Crawley eskiden hemşirelik yapan annesi ile miras alacağı mekanı görmek için Yorkshire’a gelir. Orada büyük bir talihsizlik eseri, niye zorla evin kızı ile evlenmem bekleniyor ki, diye söylenirken, onları karşılamaya çıkan söz konusu kız onu duyar. Ailenin en büyük kızı Mary, güzel bir kadındır güzel olmasına ama oldukça kendini beğenmiş bir tiptir. Dizinin baş karakteri olduğu için fazla gömmeyeceğim ama uzun zaman uyuz olduğum bir tip oldu dizide. Sürekli biz asiliz tavrından, lütfedip iyi davranışlar gösterdiği zamanlarda sanki alkış bekler gibi bakışlarına çok gıcık olduğum an oldu. Ancak ilerleyen bölümlerde biraz biraz sevebildim.

Dizinin çok spesifik bir tarzı var. İyiler belli, kötüler belli. Sonradan kötüler biraz törpülenebiliyor. Ya da gerçekten çok kötüye evriliyorlar. Belki de bu yüzden, yani tahmin edilebilirliği sebebi ile dizi sakin sakin ekranınızdan akıyor ve olaylardan çok kıyafetlere, tavırlara, mekanların görkemine dikkatinizi verebiliyorsunuz. Zarif İngilizceleri ile nazik nazik tartışan İngiliz aristokrasisinin tavırları uşak ve nedimelerine de bulaştığı için onlar arasındaki tartışmalar da genelde kabaca laf sokma çerçevesinde ilerliyor. Arada fiziksel saldırılar yaşansa da bunlar zaten dizinin aksiyonu bol anlarından sayılıyor.
Tabi dönemin getirileri, götürülerine de değinilmiyor değil. İşçi sınıfının düzene başkaldırıları, kadınlara oy hakkı gösterileri, Birinci dünya savaşının gelişi, savaşa cepheye gitmeyip arka planda çalışan gönüllüler teması gibi “cesur ve vatansever” İngiliz halkının hikayeleri de araya serpiştiriliyor. Bu noktaları da “god save the king” (o zaman kral vardı) eşliğinde izliyoruz. O dönem yaşanan bazı olaylara eleştiriler de yok değil. Örneğin o zamanlar mahkemelik bir suç olarak değerlendirildiği için gizli bir homoseksüel olan hizmetkarın başına gelen bazı olaylardan dönemin bakış açısı eleştirilirken Downton Abbey halkının açık görüşlü olduğu belli ediliyor.
Dizinin ekseninde birkaç hikaye örgüsü dönüyor.
Birincisi uyuz en büyük kız Mary ile yeni mirasçı arasındaki gerilim bir kıvılcım çıkartacak mı çıkartmayacak mı örgüsü. Bu birkaç sezon ilerleyen, etrafında farklı partnerlerle devam eden bir dans oluyor.

İkinci hikaye örgüsünde sıra, yeni gelen erkek hizmetkarlardan Mr. Bates ile kadın hizmetkarlardan Anna arasında doğmaya çalışan romans ve başlarına gelen trajedilerin hikayesine gelir.
Üçüncüsü zengin kız fakir oğlan hikaye örgüsüdür. Evin en küçük ve diğerlerine göre daha radikal fikirlere açık olan kızı ile İrlanda asıllı sosyalist takılan yeni şoför Tom Branson arasındaki kıvılcımlanmadır. Lady Sybil’i canlandıran Jessica Brown Findlay olduğu ve kendisini Jamaica Inn ‘den hatırladığım ve orada da sevdiğim bir karakter olduğu için bu dizide de galiba en sevdiğim Crawley, anneleri Cora’dan sonra o oldu.

Dördüncü bir hikaye Downton Abbey ‘nin sürdürülebilirliği ile ilgili bitmeyen endişeler olacaktır. Değişen sosyo-ekonomik şartlara ayak uydurulabilecekler mi, batırmadan bu “holding”i işletmeye devam edip miras olarak bırakacakları bir yer kalacak mıdır endişesi seri boyunca devam eder. Pek çok benzeri malikanenin belli bir zaman sonra yıkıma terkedildiği, değişen dünyaya uyum için doğru zamanda aksiyon alamamış aristokratik ailelerden bir çoğunun şehirlerdeki evlerine çekilerek, maliyetleri karşılayamadıkları için ya satarak ya kiralayarak ayakta tutmaya çalıştıkları eski binalarının bazı durumlarda yıkılıp tarihteki izleri sadece fotoğraf ve resimlerde kalmış olduklarını bildiğimden açıkçası bu belki de dizi ve ardından çevrilen devam filmleri boyunca sürecek gerçek tek endişe olacaktır.

Ortanca kız’ın dramı da ayrı bir hikayedir. Ne en büyük kız kadar kendini beğenmiş ve şımarık ne de en küçük kız kadar başına buyruk olabilmiştir. Genelde iki kız kardeşinin gölgesinde kalan, kalbi iyi ama felekten silleler yiyen Edith. Bu kızcağızın kader kurbanı seçilmesi bir yana, hikayesi çoğu zaman anlaşılır dramatizasyonlar yaşar. Tüm seri boyunca en anlamsız ve salakça gelen son sezondaki konusu dışında.
(izlemeyenler için es vereyim ….)
Evet, gayrimeşru çocuk hikayesi. O kadar zahmet çekip gizlice Avrupa’da doğurduktan sonra, önce yakındaki bir köylü aileye evlatlık verip – benim olduğu anlaşılmasın ama yakınımda olsun- sonra onu sürekli görmeye gidip, sonra bunu iki kadın için ajitasyon unsuru yaparak, ben bu kızı manevi kızım gibi sevdim bizde büyüsün krizini çıkartmaları herhalde dizinin ikinci en zorlama hikaye örgüsü idi. ‘Avrupa’da gezerken zordaki bir kadına yardım ettim çocuğu doğdu ama kadın doğumda öldü bu kızı ben evlat edindim, ben büyüteceğim’ dese ne olurdu acaba? Eh, bir sezon ve bilmem kaç dakika olmazdı herhalde.
Bu da gülün iri dikenlerinden biri diyelim.

Gülün ikinci iri dikeni hizmetkar çiftlerden Mr. Bates ile Anna hakkında olan hikayedir. Sürekli ya bir kumpas sonucu ya da yanlış anlamalar neticesinde suçlanmaları, boşa hapis yatmalar, boşa küslükler, gerilimler, başlarına gelen türlü kötü olaylar. İki oyuncunun da acıklı surat ifadelerini görmekten bir yerden sonra içim şişmişti. “acıların çocuğuyum” ezgisi şeklinde bu sahnelerin sona ermesini bekleyerek (evet sona ereceğini ümit ediyordum, çünkü herşey eninde sonunda tatlıya bağlanırdı) geçirdim bir müddet. Konularının saçma ve gereksiz uzatılmasını biraz dolgu olarak değerlendirdim açıkçası.
Gülün başka ufak tefek dikenleri olsa da genel olarak gaza getiren, güldüren, heyecanlandıran, romantikleştiren, yani bir sürü duyguyu yaşayabileceğiniz etkileyici sahnelerin bol olduğu harika bir seri.
Hizmetkarlar arasında da yer alan çeşitli ilişkiler, aşklar, dostluklar, nefretler çok güzel işlenmiş. Hikayenin nereye gideceğini bilseniz bile, bu izlerken içinizin sıcaklık ile dolmasını engellemiyor.
Kötüler ile ilgili de yazayım biraz. Çünkü ilginç kötü karakterler de var. Özellikle ilk sezonda Thomas Barrow ismindeki hırslı uşak hizmetkarlık kariyerinde ilerlemek isterken ukalalık ve çeşitli numaralar ile rakiplerini elemek ister. Ona benzer kadın hizmetkar karakteri de Miss O’Brien ismindeki Lady Crawley’in nedimesidir. Bunlar arada kötülükler yapsalar da vicdan işaretleri gösteren kötülerdir.
Bunlar dışında halis kötüler de yok değildir. Ama bunlardan tek tek bahsetmek gerekmez bence.

Dizinin en süper karakterinden bahsetmeden yazıyı bitiremem. Violet Crawley Nam-ı diğer The Dowager Countess of Grantham. Tatlı Maggie Smith ‘in canlandırması bir yana senaryoyu yazanların en yerinde, lafı gediğine sokan cümleler sarf ettirdikleri karakter budur. Olaylar ile ilgili bazen yaşının bazen ünvanının arkasına sığınsa da rahat rahat fikirlerini söyler, gerekirse etrafındakileri manipüle eder. Bazı cümleleri hayat dersi gibidir ve kim ne derse desin bence Downton Abbey dizisinin de baş karakteridir. Matthew’in annesi Isobel Grey ile ilk başta yaşadıkları laf sokmalar aralarında tatlı bir arkadaşlığa dönüşmesini izlemek büyük keyif olmuştur.
Mrs. Crawley: “I take that as a compliment.”
Countess Violet: “I must’ve said it wrong.”
Countess Violet: “There’s nothing simpler than avoiding people you don’t like. Avoiding one’s friends, that’s the real test.”
Dizi 6 sezon sürmesine karşın çoğu oyuncu ve karakter dizide aynı kalsa da bazıları farklı kariyer fırsatları veya senaristlerin kararı sonucu ayrılan ve yerlerine farklı eklemeler olan tipler de olmadı değil.
Lady Sybill ‘i canlandıran Jessica Brown Findlay ve Matthew Crawley’i canlandıran Dan Stevens bunların en hazinleri olur.
Onlar yerine dahil olan oyuncular Lily James biraz karakter olarak zorlama Sybill’e benzetilmeye çalışılan Lady Rose Aldridge’ı canlandırır. Çok yapay bir karakter gelse de Lily James sevimliliği ile kotarır.

Matthew Goode ise araba yarışçısı Henry Talbot olarak dahil olur. Kendisini oldukça beğendiğim için bu izlemesi keyifli bir ekleme olmuş bence. Dönem dizisine yakışan bir karizması var. (Kendisi ile ilgili sonra A Discovery of Witches ‘da daha uzun övgüler yazarım.)
Son olarak ilk sezonun bende kalan sürprizi Theo James’den de bahsedeyim. Kemal Pamuk isminde Osmanlı’nın İngiltere Konsolosluğunda Ateşe görevinde olan bir Türk’ü canlandıran ve tuhaf bir hikaye örgüsüne dahil olan kişi. Gülsem mi, ağlasam mı bilemediğim bir tip olmuştu. Birinci Dünya Savaşında İngiltere’nin düşmanı olmuş Osmanlı ile dalga geçmek için mi bu olay örgüsünde karakteri Türk yapmışlar, yoksa Mustafa Kemal’den bildikleri Türk adı olarak mı Kemal’i seçmişler, ya da senaristin zamanında açıkladığı üzere gerçeğe dayanan ama asıl isimleri açıklayamayacağı için dizinin içine karıştırılmış bir olay mı, bilemiyorum. Dizinin ilk sezonunda saçma bulduğum ama konuların ilerlemesinde kullanıldığı için fazla takılmayacağım bir vukuat deyip geçeyim.

Dizi 2010 – 2015 seneleri arasında 6 sezon olarak 52 bölüm olarak yayınlanmış. Her sezon yaklaşık 8 bölüm ve bir özel noel bölümü şeklinde kurgulanmış. Julian Fellowes dizinin yaratıcısı ve senaristlerinden biri. Kendisi dönem filmleri ve dizileri içinde ismi bilinen bir yazarmış.
Dizi çok tutunca iki tane de sinema filmi olarak devamı gelmiş. Birisi 2019 Downton Abbey , ikincisi 2022 ‘de Downton Abbey: A New Era. Bu ikinci filmi henüz izlemedim ama ilk filmdeki gibi dizideki ruhun korunduğu bir film olduğunu umuyorum.
Daha sonra devam çekilir mi, Crawley ailesinin yeni nesilleri ile Downton Abbey macerası devam eder mi bilinmez ama bu noktaya kadar baştan sona keyifli bir yolculuk olduğu kesindir.
© Site içerisinde yazıların tüm hakkı saklıdır.

İzlediğim en güzel dizilerden biri.. Kemal Pamuk hadisesi çok garipti gerçekten 🙂 Favori karakterim olan Lady Violet’ın özlü sözlerini not almıştım izlerken. Tekrar tekrar izlenesi bir dizi…
BeğenLiked by 1 kişi