Üç Silahşörler Yirmi Yıl Sonra – 1. cilt (1)

Üç silahşörler 1625 senesinde başlamış ve La Rochelle kuşatmasının sona erdiği 1628 yılında arkadaşların dağılması ile macera kısmı sona ermiş, D’Artagnan ve Athos’un ayrılışından sonra da bitmişti. Romanı okurken tam farkına varmış olmasak da aslında 3 sene süren bir dostluk macerası idi.

En son Athos’un 1633 de bir seyahatinden sonra D’Artagnan’dan ve Paris’den ayrıldığını öğrenmiştik.

Yirmi yıl sonra romanı arkadaşların ayrılmasından yirmi yıl sonrasında, yani 1648 senesinde başlar. Kendisini büyük başarılar ile dolu bir gelecek beklediğinden emin olan D’Artagnan hala bıraktığımız yerdedir. Silahşörler arasında bir teğmendir. Yıllar geçmiş, artık 40 yaşına gelmiş, zekasından veya bileğinin gücünden birşeyler kaybetmemiş olsa da kendisine enerji veren, onu yücelten arkadaşları yanında olmadığından, ruhen güdük kalmıştır.

Burada ona sempati duymamak elde değil. Güzel, tatmin edici sohbet edecek, seni moralman veya zihnen ileriye dönük düşüncelere sevk edecek arkadaşların olmaması ne yazık ki hayatta büyük eksiklik. Bu bir hayat arkadaşı da olabilir, düz arkadaş da. İşte D’Artagnan Athos gibi belli bir asalete sahip, eğitimli bir arkadaşın yoksunluğunu, Aramis gibi salon adamlığının, ince hitabetin gücünü iyi kullanan bir arkadaşın veya Porthos gibi doğal kendine güveni ile kendini her ortamda ortaya çıkaran bir arkadaşın eksikliğini hissede hissede, işimi yapayım paramı alayım modunda çalışan bir memura (burada askeri memur oluyor) dönüşmüş. Savaşlarda en önde savaşmış tabi. Ama asla kendini öne çıkartmamış veya daha önce kendini içinde bulduğu entrikalara benzer olaylara karışmamış.

Arkadaşları ile iletişimi kâh kaybolan bir mektup, kâh görevler gereği uzakta olmasından dolayı sona ermiş. Ama şans zarları bir kere daha D’Artagnan lehine atılmış ki, o gece, dönemin Kardinal’i Mazarin’in ihtiyacı olduğu saatte Royal Palace ‘de görevli nöbetçilerin teğmeni kendisi olmuş.

Royal Palace

İşte vukuatlı bir gecede, Kardinal’e sağladığı hizmet ile onun dikkatini çeker ve perdemiz kahramanımız için yeniden açılmış olur.

D’Artagnan’ın o geceki şanslarından biri de görevlendirilerek Bastille’den çıkarttığı kişinin bir tanıdık çıkması olur. Kont Rochefort’tur bu. İlk romanların sonunda D’Artagnan ile birkaç kere düello ettikten sonra artık arkadaşı olmuş Kont Rochefort (Filmlerde ve dizilerde Kont Rochefort’un bir psikopat olarak canlandırılmasına bu yüzden epey içerlerim. Bunlar ilerde dost olacaklar yahu derim içimden hep). Bazı politik sebeplerden Bastille’e atılmış (aslında basbayağı bir önceki Kardinal Richelieu’nun has adamı olması ve eski Kardinal ve Kralın ölümünden sonra gücü eline geçiren Kraliçe’nin bir nevi intikamı olmuş) , ancak o gece Mazarin kendisini çağırtınca, onu hapisten alıp götüren askerlerin başında da D’Artagnan çıkmıştır. Yeniden karşılaşan iki arkadaş, nüfuslu kişilere birbirlerini öveceklerine dair söz verirler. Bu konuda Rochefort sözünü iyi tutar ve D’Artagnan ve arkadaşlarını iyice över. Mazarin’in daha da gözüne girer D’Artagnan.

Ona arkadaşlarını bulup, eski ekibi yeniden toplaması ve kendisine hizmet etmeye hazır bir grup oluşturması görevini verir. Bu sayede biz de eski silahşörlerin nerelerde olduğunu öğrenme yoluna gireriz. Hatta şans eseri eski uşaklardan Planchet de D’Artagnan ile karşılaşır ve araştırma görevine dahil olur. Planchet bir dönem Kont Rochefort’un birliğinde askerlik yapmış, sonra Pariste bir şekerci dükkanı açıp, kentsoylu sınıfına geçmiştir. O gece de Kont Rochefort Bastille hapishanesine geri gönderilirken onu görmüş ve arkadaşları ile arabaya saldırıp kendisini kurtarmıştır. Talih bu ya kaçarken sığındığı han D’Artagnan’ın kaldığı yer olunca eski efendi ve uşak buluşmuş olmuştur. D’Artagnan bir asker olsa da Kont Rochefort’u sevdiği ve Planchet de eski dostu olduğu için onun saklanmasına yardımcı olur tabi ki.

Beraber eski arkadaşlarını aramaya çıkarlar. Burada ilk durak Aramis’in uşağı Bazin olur. Artık Notre Dame kilisesinde bir zangoç olan Bazin D’Artagnan’ı Aramis ‘i yolda çıkartacak bir şeytan olarak bellediği için ser verip sır vermez. Ama D’Artagnan’ın kendi araştırma yolları vardır. Ve yola düşer.

Aramis’in Paris’e yakın bir kasabadaki manastırda rahip olduğunu öğreniriz, ama D’Artagnan’ın onu bulması epey sürprizli olur. Yine bir hanımın yanından gizlice sıvışırken, peşinde bir alay adam varken bulur onu D’Artagnan. Ama araya giren zaman insanlarda değişikliklere sebep olmuştur.

Hikayeye ve diğer arkadaşlar ile buluşmaya geçmeden önce buraya bir not düşmek istiyorum.

Bu romanı son okuduğumdan beri epey zaman geçmiş. İlk okuduğumda eski arkadaşların birbirlerine eskisi gibi her şeyleri ile güvenmemelerini, fikirlerini saklamalarını, hatta birbirlerini sinsilik ile suçlamalarını okumak kalbimi çok kırmıştı. O zamanki masumiyetimle insanların – kendim de dahil – çok da değişmeyeceğini, sevdiğinin sevdiğin gibi kaldığını/ kalacağını düşünürdüm. Lise yıllarında, üniversite yıllarında, hatta iş hayatına girdiğim ilk yıllarda. Hep eski arkadaşlıkların, ya da yeni kurulan arkadaşlıkların devam edeceğini sandım.

Sonra ben de yaş aldım. Eski tanıdığım kimi arkadaşım ile iletişimimi kaybettim. Kimi ile bazen telefonda bazen yüz yüze görüşebildim.  Bazen iletişimi ben özellikle kestim, bazen onlar kesti, bazense karşılıklı özensizlik veya hayatın getirdiği yoğunluklar sebebi ile aralar açıldı.

Ama tekrar buluştuğumuzda sanki hiç ayrılmamışız gibi muhabbete devam ettiğim arkadaşlarım da oldu. Bu insanların sayısı az, ama bir o kadar da değerli. Bazen çocukluktan, bazen ergenliğin dönemi liseden, bazense büyümenin en tatlı zamanı üniversite ve iş hayatı yıllarından hayatıma katılan insanlar.

Lise yıllarında bu romanı okurken üzülmüş, arkadaşların arasına giren soğukluk kalbimi kırmış olsa da, şimdi bu yaşımda okuduğumda, Alexander Dumas’ın bu hissiyatı aktarmasındaki zarafete hayran kaldım. İnsanı yormadan, tumturaklı sözler etmeden. Bir macera romanı içinde basit gözüken cümlelerin arasında, insanın yaş almasının, boşa çıkan hayallerinin, uzak düştüğü dostların eksikliğinin ruhen getirdiği hüznü ve araya mesafe ve zaman girse dahi, bir araya gelince bir anda tekrar oluşan o dostluk bağının gücü ve enerjisini bana hatırlattı. Alexander Dumas genelde hafif yazını ile bilinir. Çok eser verdiği için bana da sorsanız daha çok aksiyonu bol, hislerin az olduğu romanları var derim ama aslında bence olayların içinde çok damıtık hisleri de vermiş. Bu yaşımda okuyunca bunu daha iyi hissettim.

Konuyu dolandırdım ama bu gerekliydi.

Aramiste kalmıştık. Aramis ile karşılaşan D’Artagnan, arkadaşının gizli işler peşinde olmasından şüphelenip, Mazarin’in teklifini sunmadan ağzını aramaya çalışır. Bunu sezinleyen Aramis ise D’Artagnan’dan iyice şüphelenir ve ondan kendi politik duruşunu saklar. Arkadaşlar arasında karşılaştığımız ilk gerginlik bu olur.

Zaten bu 4 arkadaş arasında farklı bir dinamik vardır. D’Artagnan Athos ve Porthos ile daha samimidir, Porthos  D’Artagnan ve Aramis ile; Aramis Athos ve Porthos ile, Athos ise Aramis ve D’Artagnan ile.  Bilmiyorum ama bana bu da çok doğal geliyor. Genelde her arkadaş grubunun içinde farklı samimiyet dereceleri vardır. Sevmemek değil bu, hepsine yakınlık hissedersiniz, ama bazıları daha bir can gelir. Daha kolay anlaşırsınız. İşte bu dostların arasındaki ilişkiler de bana öyle bir şey gibi geliyor.

Aramis’e bir sır vermese de onun Mazarin karşıtı grup liderlerinden biri olan Madam Longueville ile beraber gören D’Artagnan aslında arkadaşının siyasi konumunu çok iyi anlar. Zaten geçmişten beri hep soylu hanımlarla takılan, entrikalara ve sırlara bulaşmaya alışkın olduğunu düşünür Aramis’in.

Aramis’den en azından Porthos’un yerini öğrenen D’Artagnan yola çıkar ve arkadaşının geniş topraklarına varır. Porthos epey büyük bir arazi sahibi olmuştur ve eski uşağı ile birlikte arkadaşını tüm samimiyeti ile karşılar. İki arkadaşın kaynaşması çabuk olur. Porthos arkadaşlar arasında biraz safça kalsa da, açıkça en özü sözü bir, samimi , arkadaş canlısı adam da odur. Porthos’u ikna etmek D’Artagnan için çok kolay olur. Porthos’un dileği Baron olmaktır. Havuç hazırdır. Burada en zorlandığı mevzu Porthos ‘un sevgili sadık uşağı Mousqueton olur. Artık iyice semirmiş ve kulağa daha asil geldiği için kendisine Mouston denilen eski uşak hem Planchet’i hem D’Artagnan’ı Bazin ‘in aksine öyle içten selamlar, onları öyle iyi konuk eder ki, D’Artagnan’ın Porthos’ u tekrar kralın hizmetine alma operasyonunda onu vicdanen üzen tek konu bu habere yıkılan (çünkü şatolarında rahat rahat yaşayıp hayatın tadını çıkaran Mousqueton için büyük bir darbedir bu) Mouston’ un içten üzüntüsü olur. Ama sadık uşak tabi ki efendisini bırakmayacak ve onunla Paris’ e, hatta gerekirse cehenneme kadar gidecektir.

Sırada D’Artagnan’ın en korktuğu buluşma vardır. Athos. Hem yaşça aralarında en büyük olması, hem ona ayrı bir saygı duyması ama bir yandan da gençliğinde alkol tüketmedeki bonkörlüğü sebebi ile arkadaşını vaktinden önce çökmüş bir ayyaş olarak bulmaktan korka korka topraklarına gider. Ama kendisini büyük sürpriz beklemektedir. Athos gençliğinden bile daha zinde, tam bir Kont havasındadır. Hem toprakları son derece iyi bakılmakta hem de kendisi fiziksel ve zihinsel olarak üstün havasındadır.

Üç Silahşörlerin ilk bölümü ile ilgili yazılarımda genç kızken romanları okuduğumda en çok Athos’u sevdiğimi yazmıştım. Şimdi okuduğumda acaba diyorum ben aslında 20 yıl sonraki Athos’u mu çok beğenmişim de kalbimde yeri ayrı olmuş. Çünkü gerçekten bu Athos ‘un ya da artık Kont Fere demeli, çok daha karizmatik olduğunu tekrar etmem lazım. Sadece romanın başındaki hali ile değil, ilerleyen bölümlerde arkadaşlıklarının tekrar dengeye girmesini sağlayan bir karakter olup çıkması ile de. Ama bunu detaylı ve sırası geldikçe anlatmak istiyorum.

Kendine çok benzeyen bir çocuğu evlat edindiğini öğreniriz. Ve çocuk ile tanıştığında D’Artagnan bu oğlanın Athos’un kendi oğlu olduğundan emin olur. Ama durumu çaktırmaz. Athos ve D’Artagnan’ın buluşması çok içten olur. Geçmişi anarlar, birbirlerini överler. Athos’u umduğundan da iyi bulan D’Artagnan keyiflenir ama yine de ihtiyatlıdır. Athos’un ağzını aramasından da onun Mazarin taraftarları arasında değil de ona karşı olan Prenslerin tarafında olduğunu anlar. Hatta onun gizlice Aramis ile iletişimde olduğunu bile düşünür. Bu yüzden Mazarin için ekibi toplama sırrını hiç açmaz. Athos açık etmese de D’Artagnan’ın çekinmesini fark eder. Arkadaşlar arasındaki bu söylenmemiş sırlar şeffaf bir perde gibi asılmıştır ve görünmez mesafeler yaratır. (Kalbimiz cız eder.)

Yirmi Yıl Sonra romanı ilk 3 ciltlik seriye göre biraz daha kalın ve karışıktır. Bir kere bir sürü soylu devreye girer. İlk kitapta birkaç Dük, birkaç Düşes’in adı geçerken, burada Prens Conde’ler bilmem ne Dükleri havada uçuşur. İsimleri öğrenmek dert değildir de, bu isimlerin problemi ünvanın değişmeden, ünvanı alan insanların değişmesidir. Yani, Prens Conde o dönemde kralın amcasının çocuğu örneğin Henri Bourbon vb. gibi bir kişidir ama ölse onun yerine oğlu Louis ‘de bu ünvanı alacaktır. Bu yüzden ölmeyen bir silsile şeklinde isimler ve unvanlar birbirine karışır.

Daha önce okuduğumda çok da böyle isimlere dikkat etmediğimden ya da o yıllarda bu kadar film izleyip, kitap okumamış olduğumdan, 1640’ların adamları deyip geçmiştim ama yıllar içerisinde bir sürü tarihi bilgi edinince, şimdi okurken ‘yahu bu adamlar 100 sene önce yaşamamış mıydı?’ ya da ‘şimdi bu bunun annesi, amcası, kardeşi değil miydi?’ diye unvanlara takılıp kafam biraz karıştı. Bu durum ilk başta dikkatimi dağıtmış olsa da sonradan çok da detaya girmeden bizim dört arkadaş, Kral, Kraliçe ve birkaç tarihi simanın isimlerine eğilerek ilerlemeyi yeğledim. Çok merak eden yaza çize okur.

Kardinal Mazarin

Yirmi Yıl Sonra romanları dönemin politik durumunu da daha detaylı anlatır. Hikayemizde yeri olduğu için kısaca bahsedeyim. İlk romanların dönemindeki Kardinal Richelieu ölmüştür. Ondan kısa süre sonra da Kral 13. Louis ölmüştür. Taht kral olacak 14. Louis’e kalmıştır. Ama henüz yaşı küçük olduğu için onun yerine annesi Kraliçe Anne bakmaktadır. Kral ancak bir sene sonra 15 yaşına girince rüştünü ispat edebilecektir. Richelieu yerine de başbakan olarak Mazarin gelmiştir. Mazarin bir italyandır ve paragöz olarak bilindiğinden ve ağır vergiler getirdiğinden halk tarafından hiç sevilmemektedir. Ama aynı zamanda Kraliçe’nin de sevgilisidir. Kraliçe zamanında ona kocası Kral ve saray erkânı tarafından çektirilen tüm eziyetlere karşılık, kral naipliği görevi ile gücü ele geçirince bir acımasız olmuştur. Kendi ve Mazarin’in istekleri doğrultusunda Kral soyundan gelen (kralın kardeşleri, gayrimeşru amcalar, amca çocukları gibi) Prenslerden emirlerini yerine getirmek istemeyenleri hapse attırabilmektedir.

O dönemde bir de Parlamento vardır. Halk meclisi yani… Gitgide güç sahibi olmaya başlayan, kentsoylu denilen, doğuştan asil olmayan ama ticaret gibi faaliyetlerle halk arasında belli bir ekonomik ve sonuçta politik konuma ulaşan insanların yanı sıra, yine doğuştan asil olmayan ama aldıkları eğitimler ve hitabet güçleri ile halk arasında sevilen insanların, ülkenin geleceği ile ilgili söz alabildikleri bir mevki. Halkı vergilerle limon gibi sıkan Mazarin’den nefret eden normal vatandaşlar, Krala saygılarını korusalar da açlık ve aşağılanmanın da kemiğe dayandığı bir nokta olacaktır. Aslında bu romanda, 100 sene sonra gerçekleşecek devrimin gölgesini görürüz. Hem Fransa da hem de İngiltere de.

Çocuk 14. Louis

İşte bu romanların dönemi Sapancı isyanları yani Fronde diye anılan dönemdir.

Paris, sapancılar ve kralcılar olarak ikiye bölünmüştür. Parlamento, Kralın elindeki gücü sorgulamaktadır. Kraldan, naibi yani vekili olan Kraliçe ve onu sinsilikle yönlendiren Mazarin olduğu için büyük hoşnutsuzluk duymaktadırlar. Prensler ve diğer soylular ise bu İtalyanın krallıklarına yakışmadığını düşündüklerini söyleseler de aslında herkes kendi çıkarı için iç savaşa katılmaktadır. Mazarin soyluların çıkarlarına karşı gelen bazı kararlar alarak onları parasal zarara uğratmaktadır. Onlarda asıl bu yüzden onu sevmemektedir. Mazarin zeki, çarpışmalara direkt girmek yerine lafla, sinsilikle iş bitiren bir adamdır.  Zaten tarihte politik zekası ile iz bırakmıştır.

Bu romanı ilk okuduğum dönemlerde ne politika ne siyaset bilmediğim için çok da önem vermemiş olsam da aslında günümüzde hep gördüğümüz davranış kalıpları; Hükümetlere güç sağlayan zengin iş adamlarının kendi çıkarlarının üzerine basıldığı zaman çıngar çıkartmaları, fakirleşen halkın aslında hiç kimsenin umurunda olmaması, sadece bir maşa gibi kullanılmaları, bu arada safça kendi çıkarlarını koruyan insanların yanında savaştıklarını sanmaları. Arka planda imtiyazlar tanınarak zenginlerin bağlanması ve döngünün tekrarı. (Şimdi durduk yere politika yazmayayım, zaten seçim yakın, çok gerginim)

Bu dönemde Paris ikiye ayrılmıştır. Kralcılar ve Sapancılar. İç savaşların en bariz etkilerinden biri tabi ki kardeşler arasında kavgalara sebep olmasıdır. Birbirlerini yoldaş, kardeş gibi gören dört arkadaşın bu etkiden kurtulması mümkün olacak mıdır?


Bu roman ile ilgili yazımı yazmam ne kadar uzarsa, o kadar çok eklemek istediğim bölüm çıkınca baktım ki yazı almış başını gitmiş. O yüzden iyisi mi, bu romanları birkaç yazıda anlatayım.

Yirmi yıl sonra romanlarının birinci cildi için devam gelecek…

–> Yirmi yıl sonra 1. cilt (2)

© Site içerisinde yazıların tüm hakkı saklıdır.


Üç Silahşörler Yirmi Yıl Sonra – 1. cilt (1)’ için 2 yanıt

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s